ruhum bana dedi git mutfağa

gece 3 gibi daralan ruhum bedenime yatağından kalkması gerektiğini söylüyor, iyi tamam diyerek kalkıyorum, beden bana ait ya hani o bakımdan, yani ne kadar bana ait bilmiyorum ama benim bedenim gibi görüyorum bedenimi, benim değil de kimin olm. gerçi bu konuda kafamı kurcalayan meseleler var, olur da kafama eserse yazının bir yerine iliştiririm. planlı programlı yaşamadım hiç, dolayısıyla yazmaya başladığımda nereye gideceğini de kestiremiyorum.

ruhumun emriyle yatağından fırlayan bedenim ışığı açmadan mutfağa ulaşmayı beceriyor, işte şimdi mutfakta. bence mutfaklar bir nevi ara sığınaklarımız, yani teselliyi oralarda aramıyor değiliz kimi zaman. bir bardak su içebilmek ya da gece atıştırmalarını yapabilmek, belki varsa içki alabilmek buzdolabından. sanırım buzdolapları ailelerin kimliğini deşifre etmede yardımcı bir eleman, yani oradan hem kültürü hem de ekonomiyi tahmin etmek çok zor değil diye düşündüm. demek ki neymiş; bana buzdolabını göster, sana kim olduğunu söyleyeyim.

peki ben ne buldum buzdolabında? bana göre hiç, aileme göre çok şey. kapattım buzdolabı kapısını ve yemek masası üzerinde dibinde azıcık kalmış çokokreme saldırı pozisyonuna geçtim. elimden kaçabileceğini sanmıyorum, orada öylece durmuş yiyilmeyi bekliyor. bıçağı kaptığım gibi kenarlarından, dibinden sıyırıp küçük ekmek parçasına sürdüm ve takdir edersiniz ki yedim. o an kapı açıldı ve 800 yıllık uykudan uyandığını tahmin ettiğim annem girdi mutfağa, neden 800 yıl? çünkü gözlerini aşırı kısıyordu ışıktan, bu kadar kısabilmek için uzmanlar en az 800 yıl uyumak gerektiğini söylüyorlar. annem anlamadığım bir takım sözcükler söylüyor, uykunun etkisidir diyor umursamıyorum, sonra yine söyleniyor, bir kaç sefer böyle devam edince" anne neyce konuşuyorsun anlamıyorum" diyorum, itiraf etmeliyim ki bu bir espri değil, gerçekten anlamadığımdan söyledim bunu. sonra askılıktan ceketimi alıp balkona yöneldi, yağmur yağıyormuş. aslında ben de yağmur yağıyor olabileceğini cama vuran tıngırtılardan anlamıştım. tamam büsbütün sorumsuz insan değilim ama çamaşırların asılı olduğu balkon annemin odasına bağlı ve benim de o balkonda yağmurdan ıslanacak zavallı çamaşırların olduğunu bilme şansım yoktu. annem söylene söylene (bana mı kadere mi yağmura mı bilmiyorum) çamaşırları topladı, ben de mutfağa geri döndüm.

annem görevini tamamlayıp bana yatmam gerektiğini söylemek için mutfağa geliyor. çünkü ben bir işyerinde güvenlik görevlisi olsam annem gelip "oğlum yatsana, saat kaç oldu" diyebilecek bir potansiyele sahip. tabi her ailede bu cümle farklı hallere girebiliyor, evladım yatsana diyen anneler olduğu gibi ocağımızı söndürdün ne istiyorsun bizden yatsana diyenler de vardır herhalde.

ulan ruh dedik nerelere geldik. bu arada belirtmek gerekir ki ruh nedir bilmiyorum, yani biliyorum da, bizim için tam olarak nedir bilmiyorum. dinlerden dilimize bulaştı muhtemelen ya da eski inanışlardan falan işte lan ne bilim. biz onu böyle iç dünyamızı temsilen kullanıyoruz. yoksa böyle uçan, yarı beyaz yarı saydam bir varlık olarak düşündüğümüzden değil yani. ha öyle olsa da fena olmaz, yeminle öyle bir ruhum olsa şuracıkta dünyayı gezerim uçarak, ama gel gör ki yok. yanılmıyorsam yazının içine bir şey serpiştirecektim ama upuzun blog yazıları yazanı da okuyanı da sıkıyor gibi sanki, başka bir yazı yazma girişiminde bulunursam ve uzaylılar tarafından engellenmezsem spermden adem suretine gelişimizin bizi temsil edip etmediğine dair balyozla beyin patlatma operasyonumuzda siz değerli türkü dostlarıyla kucaklaşağız.

Yorumlar

Popüler Yayınlar